Kanunî Sultan Süleyman Dönemi Fetihler
Osmanlilarin Rumeli'ye ayak bastiklari günden
itibaren bir buçuk asirdan daha fazla bir sürede karsilarinda ya hasma
yardimci veya hasim olarak Macarlari gördükleri bilinmektedir. Bundan
dolayi Türkler'in Macarlar'a, Macarlar'in da Türkler'e karsi olan
düsmanliklari, Macaristan'in zaptina kadar devam etmistir. Belgrad ile
birlikte bir kaç kalenin Osmanlilar'ca alinmis olmasi, Macarlar için
büyük bir darbe olmustu. Gerçekten Belgrad'in zapti, Avrupa fetihlerine
yol açan önemli bir âmil olmustu. Nitekim Belgrad'in alinmasindan sonra
Macaristan, Hirvatistan, Transilvanya ve Dalmaçya gibi yerler, daha
rahat ve güvenli bir sekilde Osmanli akinlarina hedef oldular. Bu arada
Gazi Hüsrev, Sinan ve Bâli Beyler'in akinlari Mohaç savasina kadar devam
edecektir.
Macarlar'in, Eflâk islerine karismalari, Osmanlilar aleyhine Bogdan'la
ittifak yapmalari, Sarlken'in bir Avrupa Imparatorlugu kurma tehlikesi
ve Safevîler'le anlasma yapmasi gibi hadiseler üzerine Üngürüs seferine
karar verilir.l. Mohaç Meydan Muharebesi Belgrad'in fethi, Osmanlilar'in
tabii yayilma sahasi olarak gördükleri Orta Avrupa üzerine yürümek
yolunda önemli bir adim olmustu. Bu arada hudud bölgelerinde de bazi
karisikliklar çikmis, Tuna boylarinda Macarlar'la küçük çapli
çarpismalar olmustu. Bununla beraber, Kanunî'nin sefere karar vermesi,
Papalik, Macaristan ve Lehistan münasebetlerinin neticesi olarak ortaya
çikan birçok âmile dayanmakta ise de, bu kararda Fransizlar'in da önemli
sayilabilecek bir rol oynadiklari belirtilmektedir.
Kanunî Sultan Süleyman'in saltanat yillarinin basinda Fransa ile Almanya
birbirlerine karsi hasim duruma geldikleri gibi birbirleriyle
mücadeleye de baslamislardi. Fransa Krali I. François'nin, Alman
imparatorluk seçiminde Sarlken (Charles Quint)'e rakip olarak adayligini
koymus olmasi, iki devletin siddetli bir mücadeleye girmesine sebep
olmustu. I. François'nin, l5l9'da imparator seçilen Habsburg hânedanina
mensub Sarlken ile yaptigi mücadelede esir düsmesi üzerine, I.
François'nin annesi ve saltanat nâibesi Angouleme düsesi Louise de
Savoie, Kanunî Sultan Süleyman'a bir mektup göndererek kendisinden
yardim talebinde bulunmus, Pâdisah da Macaristan üzerine yürümek
suretiyle fiilî bir yardimda bulunacagini va'd etmisti. Kanunî,
Sarlken'in kurmak istedigi Avrupa Imparatorlugu'nu, Osmanlilar için
büyük bir tehlike olarak görüyordu. Bu tehlike sadece Bati'dan degil,
l524 Mayis'i sonlarinda vefat etmis olan Sah Ismail'in yerine geçen
Tahmasb vesilesiyle Dogu'dan da kendini gösteriyordu. Zira Sarlken ile
Tahmasb, Osmanlilarin aleyhindeki bir ittifak içinde idiler. Iran,
Çaldiran'i bir türlü unutmamisti. Buna ragmen tek basina Osmalilar'la
basa çikmalari da mümkün görünmüyordu. Bu sebeple Avrupa'nin en büyük
gücü haline gelmis ve bütün bir Bati tarafindan desteklenen yeni
Imparator Sarlken ile Osmanlilar aleyhine bir ittifak kurma gayretinde
idi. Hem Iran'in hedeflerini, hem de Sarlken'in kendisine karsi meydana
sürecegi büyük kuvvetin farkinda olan Kanunî, bu sebeple Fransa'yi
himaye etmek istiyordu. Böylece Bati'yi siyaseten bölmeyi hedefliyordu.
Öyle anlasiliyor ki, bu siralarda Macaristan'in iç durumu da pek iyi
degildi. Macar Krali'nin kötü yönetimi devam ettiginden, Erdel Beyi
Zapolyai hem krala, hem de krallik üzerindeki Habsburg nüfuzuna karsi
çikiyordu. Kötü bir yönetimin altinda âdeta ezilen Macar köylüleri,
memnuniyetsizliklerini belirtmek gayesiyle Protestanlik hareketlerine
katildiklari gibi, paralarini alamayan birçok Macar askeri de Osmanli
Akinci Beyi Bali Bey'e siginiyordu. Kanunî'nin, gerek akinci, gerekse
diger kaynaklardan istihbarat ettigi bu durum, onun sefer kararini
çabuklastirmisti. Ayrica Macaristan'in ele geçirilmesi ile Osmanlilar,
Habsburglarla aralarindaki engeli kaldirmis olacaklar ve böylece Viyana
kapilarina varilmasi için büyük bir mania asilmis bulunacakti.
Macaristan seferinin hazirliklari tamamlandiginda Kanunî, bir yil önce
vefat etmis olan Seyhülislâm Zenbilli Ali Cemali Efendi'nin yerine,
Osmanli dünyasinda hukuk, edebiyat, dil ve tarih alanlarinda hakli bir
söhrete sahip olan Kemal Pasazâde'yi tayin ederken, kendisinin
bulunamayacagi sirada Pâyitaht (baskent) in idaresi için de Misir'in
eski valisi olan Kasim Pasa'yi Kaymakam (Kaim-i makam) olarak
görevlendirir.
Sefer hazirliklarini tamamlayan Pâdisah, ll Receb 932 (23 Nisan l526)'de
yüz bin kisilik bir ordu ile yeni dökülmüs ve Avrupa'nin hayalinden
geçiremeyecegi derecede mükemmel 300 top ile birlikte Istanbul'dan
hareket eder. Bu üçüncü "Sefer-i Hümâyunu"na çikmadan önce hükümdar,
Eyyub Sultan, Ebu'l-Vefa ile babasi Yavuz, dedesi II. Bâyezid ve
Fâtih'in türbelerini ziyaret ederek dua eder. Bütün bu mekânlarda,
Allah'in kendisine yardim etmesini diler.
Gerçekten Islâmî anlayisa göre savasin gerçek mahiyeti, körü körüne bir
kirma ve kirilma hâdisesi degildir. O, presipler adina yapilan bir
cihaddir. Cihad için de her seyden evvel ordulara mânevî güç gerektir.
Iste Kanunî de Mohaç Meydan Muharebesi'ne girismeden evvel gözlerinden
yaslar akitip, yüzünü yerlere sürerek mânevî kuvvetlerden istimdad
ediyordu. Öyle ki, önüne düstügü ordulari, gittiklere yerlere tevhidi de
beraber tasiyacaklari için devleti dinin, dini de devletin yardimcisi
ve tamamlayicisi görerek, ecdadi gibi maddî kuvvetlerinin ikmali kadar,
mânevî kuvvetlerinin yardimini da ihmal etmiyordu.
23 Nisan'da Istanbul'dan hareket edip Halkali Pinar denen menzile varan
ordunun, büyük bir düzen ve disiplin içinde bulundugu anlasilmaktadir.
Zira Kanunî'nin emrine göre ekilmis tarlalara girmek, hayvan otlatmak ve
toprak sahiplerinin hayvanlarini almak, ölüm cezasini gerektiriyordu.
Pâdisahin emri hilafina hareket eden birkaç kisinin ya basi kesildi veya
asildilar. Hammer'in ifadesine göre, Pâdisahin emrine uymayan bir kaç
kadi bile cezanin siddetinden kurtulamadi. Pâdisahin, reâyâsinin
menfaatlerini korumak ve onlara her ne sekilde olursa olsun bir zararin
gelmemesi için gösterdigi bu çaba, onun tebeasini ne kadar düsündügünün
bir isaretidir. Iyi bir Müslüman hükümdar olan Kanunî'nin anlayisina
göre, kendisinin idare ettigi halkindan yine kendisi sorumludur. Gerek
Kur'an-i Kerim, gerekse Hz. Peygamber'in hadislerinde bu konuda pek çok
emir bulunmaktadir. Bütün bunlari bilen Pâdisah, elbetteki bu emirlere
riayet etmekle kendini vazifeli biliyordu. Iste bunun içindir ki o,
halkinin malina en ufak bir zararin gelmesini istemiyordu. Harp içinde
dahi olsa, böyle bir zarara tahammül edemiyen hükümdar, aksine
davranislarin, en büyük ceza olan idamla sonuçlanacagini ilan etmekten
çekinmiyordu. Onun, kanunsuz davranislari affetmeyisi, orduda büyük bir
disiplinin meydana gelmesine sebep olmustu. Gerçi bu disiplin sadece
Kanunî döneminde degil, hem daha önce, hem de daha sonra vardir. Zira
bütün Osmanli hükümdarlari, yönetme bakimindan kendilerini Allah'a karsi
sorumlu tutuyorlardi. Bu sorumluluk anlayisi onlarda, baska dinden olan
hükümdarlara benzemeyen hasletler meydana getirmisti. Bunun içindir ki
Kanunî dönemi Osmanli dünyasinin sosyal hayati ile birlikte ordusundan
da bahs eden ve Osmanli ülkesinde senelerce kalmis olan Avusturya elçisi
Busbecq, kendi arzusu üzerine üç aya yakin bir süre karargaha yakin bir
köyde kalarak Müslüman Türk ordusunu yakindan görmek ve takib etmek
firsatini bulduktan sonra görgü ve müsahedelerine dayanarak asagida
özetleyecegimiz su bilgileri verir.
"Yanimda bir iki arkadas oldugu halde kendimi belli etmeden her tarafta
dolastim. Dikkatimi çeken ilk nokta, muhtelif teskilâtlara mensub
askerlerin kendi karargahlarindan disariya çikmamalari oldu. Bizim
karargahlarimizda meydana gelen olaylari bilenler, buna inanmakta zorluk
çekerler. Fakat hakikat su ki, her tarafta tam bir sükût ve sükûnet
hüküm sürüyordu. Asla kavga ve münakasaya rastlanmiyor, herhangi bir
cebir ve siddet hareketi görülmüyordu. Sarhosluk, öfke veya hiddetten
ileri gelen yüksek sesler bile yoktu. Bundan baska her taraf öylesine
temizdi ki, ne süprüntü, ne gübre yiginlari, ne de göze ve buruna fena
gelen bir seye tesadüf imkani vardi." Busbecq, Müslüman - Türk dünyasina
dis biledigi halde su ifadeleri kullanmaktan da kendini alamaz. " Simdi
benimle beraber geliniz ve sarikli baslardan meydana gelen bu büyük
kalabaliga gözlerinizi çeviriniz. Türlü türlü, renk renk parlak esvablar
(elbiseler)... Her tarafta altin, gümüs, lâal, ipek ve atlas
piriltisi... Bu manzarayi dil ile anlatmak imkan disi bir is. Yalniz
sunu söyleyelim ki, gözlerim simdiye kadar bundan güzel bir manzara
görmemistir. Mâmafih, bütün bu servet ve ihtisam içinde yine de büyük
bir sadelik ve iktisad göze çarpiyor. Herkesin elbisesi ve mevkii ne
olursa olsun, ayni biçimde. lüzumsuz islemeler ve kenar süsleri yok.
Halbuki bizde bu âdettir. Pek çok masrafa mal olur ve üç günde de
bozulup gider."
Elçi bunlari anlattiktan sonra, kumar ve sarhosluk bilmeyen askerin
çalgi ve türkülerle eglendigine, çagirip söyledikleri havalarin da gazâ
ve sehâdet (sehidlik) temlerini isleyen hamâset destanlari bulunduguna
isaret ettikten sonra, ordunun, hayvanî gidalardan ziyade nebatî, basit
ve sihhî gidalarla beslendigini, Ramazan ayini karsilamak için ise mutad
yiyeceklerini daha da sadelestirdiklerini, fakat Ramazan arefesinde
yalniz yiyip içmede degil, haram ve yasak zevklere karsi da, oldugundan
daha çekingen davranarak oruca kendilerini hazirladiklarini söyler. O,
Hiristiyanlarin perhize girmeden önce sanki bu imsakin acisini pesin
olarak çikarmak ister gibi, kendilerini çilginca eglenceye, dans ve
sarhosluga verdiklerini, senenin bu günlerinde memleketlerini ziyaret
eden yabancilarin, Hiristiyanlarin çildirmis olduklarini söylemelerine
sasilmamasi gerektigini uzun uzun anlatip, sonunda Türkler'de üstünlügün
ve basarinin sirrina temas ederek: "Türkler'de seref ve makam, idarî
mevkiler, sadece liyakat ve bilginin mükafatidir.Tenbel ve agir olanlar,
hiç bir zaman yükselemezler. Iste Türkler'in, her neye tesebbüs
ederlerse muvaffak olmalari, hâkim bir irk haline gelmeleri ve her gün
devletlerinin hududlarini biraz daha genisletmelerinin hikmetini
liyakat, kabiliyet ve çaliskanliga verdikleri bu ehemmiyette
aramalidir."
"Bizim askerî sistemimizle Türk sistemini karsilastirinca gelecegin bize
neler hazirladigini düsünüp korkudan titriyorum. Karsilasan iki ordudan
biri galip gelecek -ki bu herhalde Türk ordusu olacak- digeri ise mahv
olacaktir. Çünkü Türk ordusu sirtini kuvvetli bir imparatorlugun genis
kaynaklarina dayamis, zinde, tecrübeli ve sarslmamis bir kuvvet.
Askerleri zafere alismis, zor sartlara dayanma kabiliyetine sahip,
intizam ve disipline riayetkâr, uyanik ve kanaat ehlidirler.
Bizimkilerde ise umumi bir fakirlige mukabil hususi israf, yipranmis
kuvvet, mâneviyat bozuklugu, tahammül yoklugu ve idmansizlik var. Serkes
askerler, aza kanaat etmeyen subaylar. Disiplin kavramiyla alay ederiz.
Basibosluk, sarhosluk, serkeslik ve zevke düskünlük bizde alabildigine
vardir. Bu durumda neticenin ne olacagi gün gibi asikârdir. Herhalde
simdilik Iran lehimize bir durum yaratmakla beraber, Türkler Iran'la bir
anlasmaya vardiklari zaman onlardan ve diger Sark devletlerinden de
yardim görerek bütün güçleriyle bogazimiza sarilacaklardir. Bu büyük
tehlikeye karsi ne kadar gevsek ve hazirliksiz oldugumuzu düsündükçe
içim ürperiyor."
Avusturya elçisi Ogier Ghiselin de Busbecq'in dedigi gibi, gerçekten de
Osmanli medeniyeti âbidesi örülürken bu âbideyi yükselten her tas,
mutlaka kendi mevziine ve kendi mevkiine konmus bulunuyordu. Son derece
titiz bir inzibat fikri ile yapilan vazife ve selahiyet taksimi ise,
devlet düzeninin aksamadan dönmesinde en büyük rolü oynamakta idi.
Devletin bu mevzuda en göze deger örnegi olan ordusu, Belgrad'in
fetinden bes sene sonra Mohaç ovasina konarak Macaristan'in karsisina
çiktigi zaman , ezici kuvveti, essiz intizami ve ibâdet derecesine
varmis cengaverligi ile sanki bir ordu degil, efsanevî bir heybet ve
azamet örnegi idi.
Osmanlilarin Rumeli'ye ayak bastiklari günden
itibaren bir buçuk asirdan daha fazla bir sürede karsilarinda ya hasma
yardimci veya hasim olarak Macarlari gördükleri bilinmektedir. Bundan
dolayi Türkler'in Macarlar'a, Macarlar'in da Türkler'e karsi olan
düsmanliklari, Macaristan'in zaptina kadar devam etmistir. Belgrad ile
birlikte bir kaç kalenin Osmanlilar'ca alinmis olmasi, Macarlar için
büyük bir darbe olmustu. Gerçekten Belgrad'in zapti, Avrupa fetihlerine
yol açan önemli bir âmil olmustu. Nitekim Belgrad'in alinmasindan sonra
Macaristan, Hirvatistan, Transilvanya ve Dalmaçya gibi yerler, daha
rahat ve güvenli bir sekilde Osmanli akinlarina hedef oldular. Bu arada
Gazi Hüsrev, Sinan ve Bâli Beyler'in akinlari Mohaç savasina kadar devam
edecektir.
Macarlar'in, Eflâk islerine karismalari, Osmanlilar aleyhine Bogdan'la
ittifak yapmalari, Sarlken'in bir Avrupa Imparatorlugu kurma tehlikesi
ve Safevîler'le anlasma yapmasi gibi hadiseler üzerine Üngürüs seferine
karar verilir.l. Mohaç Meydan Muharebesi Belgrad'in fethi, Osmanlilar'in
tabii yayilma sahasi olarak gördükleri Orta Avrupa üzerine yürümek
yolunda önemli bir adim olmustu. Bu arada hudud bölgelerinde de bazi
karisikliklar çikmis, Tuna boylarinda Macarlar'la küçük çapli
çarpismalar olmustu. Bununla beraber, Kanunî'nin sefere karar vermesi,
Papalik, Macaristan ve Lehistan münasebetlerinin neticesi olarak ortaya
çikan birçok âmile dayanmakta ise de, bu kararda Fransizlar'in da önemli
sayilabilecek bir rol oynadiklari belirtilmektedir.
Kanunî Sultan Süleyman'in saltanat yillarinin basinda Fransa ile Almanya
birbirlerine karsi hasim duruma geldikleri gibi birbirleriyle
mücadeleye de baslamislardi. Fransa Krali I. François'nin, Alman
imparatorluk seçiminde Sarlken (Charles Quint)'e rakip olarak adayligini
koymus olmasi, iki devletin siddetli bir mücadeleye girmesine sebep
olmustu. I. François'nin, l5l9'da imparator seçilen Habsburg hânedanina
mensub Sarlken ile yaptigi mücadelede esir düsmesi üzerine, I.
François'nin annesi ve saltanat nâibesi Angouleme düsesi Louise de
Savoie, Kanunî Sultan Süleyman'a bir mektup göndererek kendisinden
yardim talebinde bulunmus, Pâdisah da Macaristan üzerine yürümek
suretiyle fiilî bir yardimda bulunacagini va'd etmisti. Kanunî,
Sarlken'in kurmak istedigi Avrupa Imparatorlugu'nu, Osmanlilar için
büyük bir tehlike olarak görüyordu. Bu tehlike sadece Bati'dan degil,
l524 Mayis'i sonlarinda vefat etmis olan Sah Ismail'in yerine geçen
Tahmasb vesilesiyle Dogu'dan da kendini gösteriyordu. Zira Sarlken ile
Tahmasb, Osmanlilarin aleyhindeki bir ittifak içinde idiler. Iran,
Çaldiran'i bir türlü unutmamisti. Buna ragmen tek basina Osmalilar'la
basa çikmalari da mümkün görünmüyordu. Bu sebeple Avrupa'nin en büyük
gücü haline gelmis ve bütün bir Bati tarafindan desteklenen yeni
Imparator Sarlken ile Osmanlilar aleyhine bir ittifak kurma gayretinde
idi. Hem Iran'in hedeflerini, hem de Sarlken'in kendisine karsi meydana
sürecegi büyük kuvvetin farkinda olan Kanunî, bu sebeple Fransa'yi
himaye etmek istiyordu. Böylece Bati'yi siyaseten bölmeyi hedefliyordu.
Öyle anlasiliyor ki, bu siralarda Macaristan'in iç durumu da pek iyi
degildi. Macar Krali'nin kötü yönetimi devam ettiginden, Erdel Beyi
Zapolyai hem krala, hem de krallik üzerindeki Habsburg nüfuzuna karsi
çikiyordu. Kötü bir yönetimin altinda âdeta ezilen Macar köylüleri,
memnuniyetsizliklerini belirtmek gayesiyle Protestanlik hareketlerine
katildiklari gibi, paralarini alamayan birçok Macar askeri de Osmanli
Akinci Beyi Bali Bey'e siginiyordu. Kanunî'nin, gerek akinci, gerekse
diger kaynaklardan istihbarat ettigi bu durum, onun sefer kararini
çabuklastirmisti. Ayrica Macaristan'in ele geçirilmesi ile Osmanlilar,
Habsburglarla aralarindaki engeli kaldirmis olacaklar ve böylece Viyana
kapilarina varilmasi için büyük bir mania asilmis bulunacakti.
Macaristan seferinin hazirliklari tamamlandiginda Kanunî, bir yil önce
vefat etmis olan Seyhülislâm Zenbilli Ali Cemali Efendi'nin yerine,
Osmanli dünyasinda hukuk, edebiyat, dil ve tarih alanlarinda hakli bir
söhrete sahip olan Kemal Pasazâde'yi tayin ederken, kendisinin
bulunamayacagi sirada Pâyitaht (baskent) in idaresi için de Misir'in
eski valisi olan Kasim Pasa'yi Kaymakam (Kaim-i makam) olarak
görevlendirir.
Sefer hazirliklarini tamamlayan Pâdisah, ll Receb 932 (23 Nisan l526)'de
yüz bin kisilik bir ordu ile yeni dökülmüs ve Avrupa'nin hayalinden
geçiremeyecegi derecede mükemmel 300 top ile birlikte Istanbul'dan
hareket eder. Bu üçüncü "Sefer-i Hümâyunu"na çikmadan önce hükümdar,
Eyyub Sultan, Ebu'l-Vefa ile babasi Yavuz, dedesi II. Bâyezid ve
Fâtih'in türbelerini ziyaret ederek dua eder. Bütün bu mekânlarda,
Allah'in kendisine yardim etmesini diler.
Gerçekten Islâmî anlayisa göre savasin gerçek mahiyeti, körü körüne bir
kirma ve kirilma hâdisesi degildir. O, presipler adina yapilan bir
cihaddir. Cihad için de her seyden evvel ordulara mânevî güç gerektir.
Iste Kanunî de Mohaç Meydan Muharebesi'ne girismeden evvel gözlerinden
yaslar akitip, yüzünü yerlere sürerek mânevî kuvvetlerden istimdad
ediyordu. Öyle ki, önüne düstügü ordulari, gittiklere yerlere tevhidi de
beraber tasiyacaklari için devleti dinin, dini de devletin yardimcisi
ve tamamlayicisi görerek, ecdadi gibi maddî kuvvetlerinin ikmali kadar,
mânevî kuvvetlerinin yardimini da ihmal etmiyordu.
23 Nisan'da Istanbul'dan hareket edip Halkali Pinar denen menzile varan
ordunun, büyük bir düzen ve disiplin içinde bulundugu anlasilmaktadir.
Zira Kanunî'nin emrine göre ekilmis tarlalara girmek, hayvan otlatmak ve
toprak sahiplerinin hayvanlarini almak, ölüm cezasini gerektiriyordu.
Pâdisahin emri hilafina hareket eden birkaç kisinin ya basi kesildi veya
asildilar. Hammer'in ifadesine göre, Pâdisahin emrine uymayan bir kaç
kadi bile cezanin siddetinden kurtulamadi. Pâdisahin, reâyâsinin
menfaatlerini korumak ve onlara her ne sekilde olursa olsun bir zararin
gelmemesi için gösterdigi bu çaba, onun tebeasini ne kadar düsündügünün
bir isaretidir. Iyi bir Müslüman hükümdar olan Kanunî'nin anlayisina
göre, kendisinin idare ettigi halkindan yine kendisi sorumludur. Gerek
Kur'an-i Kerim, gerekse Hz. Peygamber'in hadislerinde bu konuda pek çok
emir bulunmaktadir. Bütün bunlari bilen Pâdisah, elbetteki bu emirlere
riayet etmekle kendini vazifeli biliyordu. Iste bunun içindir ki o,
halkinin malina en ufak bir zararin gelmesini istemiyordu. Harp içinde
dahi olsa, böyle bir zarara tahammül edemiyen hükümdar, aksine
davranislarin, en büyük ceza olan idamla sonuçlanacagini ilan etmekten
çekinmiyordu. Onun, kanunsuz davranislari affetmeyisi, orduda büyük bir
disiplinin meydana gelmesine sebep olmustu. Gerçi bu disiplin sadece
Kanunî döneminde degil, hem daha önce, hem de daha sonra vardir. Zira
bütün Osmanli hükümdarlari, yönetme bakimindan kendilerini Allah'a karsi
sorumlu tutuyorlardi. Bu sorumluluk anlayisi onlarda, baska dinden olan
hükümdarlara benzemeyen hasletler meydana getirmisti. Bunun içindir ki
Kanunî dönemi Osmanli dünyasinin sosyal hayati ile birlikte ordusundan
da bahs eden ve Osmanli ülkesinde senelerce kalmis olan Avusturya elçisi
Busbecq, kendi arzusu üzerine üç aya yakin bir süre karargaha yakin bir
köyde kalarak Müslüman Türk ordusunu yakindan görmek ve takib etmek
firsatini bulduktan sonra görgü ve müsahedelerine dayanarak asagida
özetleyecegimiz su bilgileri verir.
"Yanimda bir iki arkadas oldugu halde kendimi belli etmeden her tarafta
dolastim. Dikkatimi çeken ilk nokta, muhtelif teskilâtlara mensub
askerlerin kendi karargahlarindan disariya çikmamalari oldu. Bizim
karargahlarimizda meydana gelen olaylari bilenler, buna inanmakta zorluk
çekerler. Fakat hakikat su ki, her tarafta tam bir sükût ve sükûnet
hüküm sürüyordu. Asla kavga ve münakasaya rastlanmiyor, herhangi bir
cebir ve siddet hareketi görülmüyordu. Sarhosluk, öfke veya hiddetten
ileri gelen yüksek sesler bile yoktu. Bundan baska her taraf öylesine
temizdi ki, ne süprüntü, ne gübre yiginlari, ne de göze ve buruna fena
gelen bir seye tesadüf imkani vardi." Busbecq, Müslüman - Türk dünyasina
dis biledigi halde su ifadeleri kullanmaktan da kendini alamaz. " Simdi
benimle beraber geliniz ve sarikli baslardan meydana gelen bu büyük
kalabaliga gözlerinizi çeviriniz. Türlü türlü, renk renk parlak esvablar
(elbiseler)... Her tarafta altin, gümüs, lâal, ipek ve atlas
piriltisi... Bu manzarayi dil ile anlatmak imkan disi bir is. Yalniz
sunu söyleyelim ki, gözlerim simdiye kadar bundan güzel bir manzara
görmemistir. Mâmafih, bütün bu servet ve ihtisam içinde yine de büyük
bir sadelik ve iktisad göze çarpiyor. Herkesin elbisesi ve mevkii ne
olursa olsun, ayni biçimde. lüzumsuz islemeler ve kenar süsleri yok.
Halbuki bizde bu âdettir. Pek çok masrafa mal olur ve üç günde de
bozulup gider."
Elçi bunlari anlattiktan sonra, kumar ve sarhosluk bilmeyen askerin
çalgi ve türkülerle eglendigine, çagirip söyledikleri havalarin da gazâ
ve sehâdet (sehidlik) temlerini isleyen hamâset destanlari bulunduguna
isaret ettikten sonra, ordunun, hayvanî gidalardan ziyade nebatî, basit
ve sihhî gidalarla beslendigini, Ramazan ayini karsilamak için ise mutad
yiyeceklerini daha da sadelestirdiklerini, fakat Ramazan arefesinde
yalniz yiyip içmede degil, haram ve yasak zevklere karsi da, oldugundan
daha çekingen davranarak oruca kendilerini hazirladiklarini söyler. O,
Hiristiyanlarin perhize girmeden önce sanki bu imsakin acisini pesin
olarak çikarmak ister gibi, kendilerini çilginca eglenceye, dans ve
sarhosluga verdiklerini, senenin bu günlerinde memleketlerini ziyaret
eden yabancilarin, Hiristiyanlarin çildirmis olduklarini söylemelerine
sasilmamasi gerektigini uzun uzun anlatip, sonunda Türkler'de üstünlügün
ve basarinin sirrina temas ederek: "Türkler'de seref ve makam, idarî
mevkiler, sadece liyakat ve bilginin mükafatidir.Tenbel ve agir olanlar,
hiç bir zaman yükselemezler. Iste Türkler'in, her neye tesebbüs
ederlerse muvaffak olmalari, hâkim bir irk haline gelmeleri ve her gün
devletlerinin hududlarini biraz daha genisletmelerinin hikmetini
liyakat, kabiliyet ve çaliskanliga verdikleri bu ehemmiyette
aramalidir."
"Bizim askerî sistemimizle Türk sistemini karsilastirinca gelecegin bize
neler hazirladigini düsünüp korkudan titriyorum. Karsilasan iki ordudan
biri galip gelecek -ki bu herhalde Türk ordusu olacak- digeri ise mahv
olacaktir. Çünkü Türk ordusu sirtini kuvvetli bir imparatorlugun genis
kaynaklarina dayamis, zinde, tecrübeli ve sarslmamis bir kuvvet.
Askerleri zafere alismis, zor sartlara dayanma kabiliyetine sahip,
intizam ve disipline riayetkâr, uyanik ve kanaat ehlidirler.
Bizimkilerde ise umumi bir fakirlige mukabil hususi israf, yipranmis
kuvvet, mâneviyat bozuklugu, tahammül yoklugu ve idmansizlik var. Serkes
askerler, aza kanaat etmeyen subaylar. Disiplin kavramiyla alay ederiz.
Basibosluk, sarhosluk, serkeslik ve zevke düskünlük bizde alabildigine
vardir. Bu durumda neticenin ne olacagi gün gibi asikârdir. Herhalde
simdilik Iran lehimize bir durum yaratmakla beraber, Türkler Iran'la bir
anlasmaya vardiklari zaman onlardan ve diger Sark devletlerinden de
yardim görerek bütün güçleriyle bogazimiza sarilacaklardir. Bu büyük
tehlikeye karsi ne kadar gevsek ve hazirliksiz oldugumuzu düsündükçe
içim ürperiyor."
Avusturya elçisi Ogier Ghiselin de Busbecq'in dedigi gibi, gerçekten de
Osmanli medeniyeti âbidesi örülürken bu âbideyi yükselten her tas,
mutlaka kendi mevziine ve kendi mevkiine konmus bulunuyordu. Son derece
titiz bir inzibat fikri ile yapilan vazife ve selahiyet taksimi ise,
devlet düzeninin aksamadan dönmesinde en büyük rolü oynamakta idi.
Devletin bu mevzuda en göze deger örnegi olan ordusu, Belgrad'in
fetinden bes sene sonra Mohaç ovasina konarak Macaristan'in karsisina
çiktigi zaman , ezici kuvveti, essiz intizami ve ibâdet derecesine
varmis cengaverligi ile sanki bir ordu degil, efsanevî bir heybet ve
azamet örnegi idi.